Dogaya en çok ilkbahar yakısır sanki, bir de sonbahar. Yapraklar toprak renginin tüm tonlarıyla kaldırımları süsler, son damlasına kadar yesile çalan agaçların dallarınaysa bir tatlı huzur yerlesiverir... Kasım ayını bazen, gözlerini kapayıp her an havayı koklarcasına içine çeken, dudagından ha düstü ha düsecek bir tebessümle dısarıya bakan bir ihtiyar gibi, ütü çizgisi bozulmaya meyyal kumas pantolon ve fötr sapkalı bir adam gibi bazen, bazen de kase montuyla elleri cebinde yürüyen bir kadın gibi izleriz. Abasızogullarından Sait Faik de 1906'da böyle bir Kasım'da dünyaya geldi, daha bu birinci yüzyılı, biz kaç yüz yıl daha görürüz onunla birlikte bilmem... Sait Faik'in 1954'te siroz hastalıgından dolayı aramızdan ayrıldıgı söylentileri var. Bana öyle geliyor ki, Kadıköy ve Üsküdar iskelelerinde bir bankta oturup, kâgıtsız kalemsiz hikâyeler yazmaya devam ediyor. Burgazada'nın sokaklarında yürümeye, sapkasını takıp bir balıkçı teknesiyle denize açılmaya, bir kahvede çayını içmeye de...
Istanbul Erkek Lisesi'nden, ögretmenlerinin iskemlesine igne koydukları için sınıfça Bursa Erkek Lisesi'ne sürüldüklerinde basladı Sait Faik'in hikâyeciligi
belki de. Bursa Lisesi'ndeyken, edebiyat hocası kendisinden hikâye yazmasını istedi, o da Ipekli Mendil'i yazdı. "Iyi, halis, ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istedigin kadar sıkar, burusturursun, sonra avuç açıldı mı insanın elinden su gibi fıskırır" dedi ve biz ondan çok seyler anladık.
Içinde onca seyle, onca insanla karsılastıgımız, üzüldügümüz, sevindigimiz, kırıldıgımız, kırdıgımız, vazgeçtigimiz ve sonra yeniden basladıgımız hayat da böyle degil miydi? Hocası, hikâyesini begenmis ve bence bir kâhin edasıyla olmalı evet, söyle demisti: "Böyle yazmaya devam edersen, iyi bir hikâyeci olursun..." Edebiyat fakültesine geldigindeyse bu sefer Kenan Hulusi cesaretlendirdi Sait Faik'i yazması için. Sonrası mı? "Insan elinden, insan dilinden, insan kafasından çıkmamıs gibi olan aksamlarda" onlarca hikâye yazdı Sait Faik!.. O, yasamaktan zevk alanları severdi, "Yasamalı bu dünyada" diyordu.
KAHVEHANE İSTİYORUM
Sait Faik'in ilk isi, Ermeni Mektebi'nde Türkçe ögretmenligi yapmak oldu; ama bu is ona göre degildi. Sonra babasının destegiyle zahire toptancılıgına basladı, bu arada da Fransa'da aldıgı egitimin sagladıgı olanaklarla çevirmenlik de yapıyordu; ancak bu is de Sait Faik'e göre degildi. O da kendini hikâyeye verdi. En çok yapmak istedigi is bir kahvehane çalıstırmaktı, dedesi Seyyid Aga'nın aydın kisilerin ugragı olan bir kahve sahibi olmasından kalma bir istekti belki, ama asıl arzusunu söyle açıklıyordu Sait Faik: "Kahveme kim bilir ne çesit insanlar gelip gidecek ben onları tanıyacak, sevecegim." Bir kahvehanesi olmadı hiç, ama oralarda bol bol oturdu, insanları izledi, Istanbul'un sokaklarında dolastı durdu, balıkçı dostlarıyla denizlere açıldı... En iyi dostları balıkçılardı; denizi, balıgı, balık tutanı, ekmegini denizden çıkaran insanı çok severdi. Hatta bir gün Beyoglu'nda yazarların bulustugu bir toplantıya girecekken kapıdaki bekçinin "Dur bakalım hemserim, buraya sadece yazarlar girer, balıkçılar degil" diyerek onu engellemesinden öyle memnun oldu ki, "Demek ki her seyim balıkçıya benziyormus, bu benim için müthis bir sey...' diye senlendi de neselendi...
İÇİNDE ÖYKÜ TAŞIYAN İNSAN
Hikâyelerini öncelikle kendi zevki için yazıyordu Sait Faik, "Okuyup hoslanan olursa ne ala" diyordu. Içinden bir sey onu zorladı ve o da yazdı... Sait Faik'e göre yazıcıya düsen is, (yazar yerine yazıcı diyordu) içinde öykü tasıyan insanları kıstırmaktı. Sahi Sait Abi nasıl kıstırıyordun sen o öyküleri? Arkadaslarına ıstakoz ısmarlarken getirilen ilk ıstakozu begenmeyip burun kıvırman ve gelen ikinci ıstakozdan çıkan lop ete taptaze kelimeler bulmus edasıyla bakarak "Iste böyle, kimi insanların içi koftur bir sey çıkarılamaz, kimileri de iste böyle doludur!" demenden anlarız aslında biz, o içinde öykü tasıyan insanları nasıl kıstırdıgını... Ya da bir gün Oktay Akbal'a "Madem hikâyecisin su kahvede ilk göze çarpan nedir?" diye sordugunda aynı hızla verdigin cevaptan: "O kenarda tek basına oturan ihtiyar sakallı var ya, iste o hikâye be!"
ÇOCUK HÜRRİYETİ
Yazı yazmak için Sait Faik'e çiçek, kus hürriyeti degil, içindeki askın, deliligin, oturmaz düsüncelerin hürriyeti lazımdı; çünkü Sait Abi küçücük hürriyetleri degil, alabildigine yüz verilmis bir çocuk hürriyeti istiyordu. Elestirmenler Sait Faik'in hikâyelerini siirsel bulurlardı, haksız da sayılmazlardı. Sehri Unutan Adam'da geçen "Kırılan nesemin son vidası, bir hayat hızıyla yerine yerlesmisti" cümlesi, mısrayı andırmıyor mu? Varsın andırsın bunun kime ne zararı var. Kimin söyledigini unuttum da biri, "Siir gerilerse insan geriler" diyordu seninse en degerli kaynagındı 'insan', bize göre ziyanı yok siire benzemesinin hikâyelerinin yani... Yalnız sen biraz içerlemissin: ''Hikâyelerimde siir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de siir yazdım. Içinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne bir hikâyeciyim ne de bir sair. Ikisinin ortası acayip bir sey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin" Senin ne elestirmenden korkun vardı, ne de kendini okuyucuya begendirme endisen. Bu yüzden büyük bir tevazuyla "Kendimi yazıcı saymaya hakkım var mı bilmem ki?" diyorsun. Senin yok da günesli günde baska, yagmurlu günde baska, evinde otururken baska, sokakta daha baska, cebinde parası varken baska, fukarayken çok daha baskalasan yazarların mı var? Onlar senin, sokakların içinde, sırtında talihin, sırtında kendin yürüdügünü anlamazlar da aylak, avare, serseri derler sana. Desinler bosver...
"ASLI YOK, HİKÂYEDİR O"
Hikâyelerinde insan, doga ve diger canlılar öylesine kahraman ki... Sevmek, bir insanı sevmekle baslar her sey, yaz daha pılısını pırtısını toplamamıs, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmustur, topal martı ile balıkçının konustukları isitilmemisse de görülmüstür ve önce muhakkak martı laf atmıstır. Hikâyelerini hayalinde yasattıgını, sahısların bazılarını tanıdıgını söylüyor Sait Faik. Öyle ki, Kestaneci Dostum öyküsü bir dergide yayınlandıktan sonra, öyküde geçen çocugun mangalını deviren memurun kim oldugunu ögrenmek için karakola çagırılır, ama Sait Faik: "Canım aslı yok, hikâyedir o" der. Bütün bunlar niye mi? Belki su yüzden: Nurullah Ataç, ''Hikâyecilerimizin en özgünü, en ustası, en büyügü idi" diyor senin için; Resat Nuri Güntekin, "Yasadıgı zaman ve muhitin genis bir kösesini erisilmesi güç bir kolaylıkla anlatmasını bilmis bir yazardı"... Orhan Kemal en kıyıda kösede kalmıs yerlerde rastladıgın insanları kollarından tutup öykülerine sokusturdugunu söylüyor, Yasar Kemal Türkçenin dar hudutlarını zorlayıp gerçek anlamıyla Türkçe yazmıs ilk Türk yazar oldugunu... Seni bir sürü kisi, çok seviyor Sait Abi! Özellikle edebiyat matinelerine katıldıgın, ölümünden sonra sonra mallarının bagıslanmasını istedigin Darüssafakalılar...