Judith Hermann bir süredir takip ettiğim yazarlardan biri. Berlinli. Ailesinin bir tarafı Rus. Kendisi Batı Berlin'de Türklerin de yoğun olarak yaşadığı bir mahallede doğmuş. Ben yazarların geçmişlerini, yaşadıkları ortamı yani mekânı ve zamanı hep merak ederim öteden beri. Hermann'ı Yaz Evi, Daha Sonra adlı öykü kitabıyla tanıdım. Tanıdım diyorum ama bu kitap ülkemizde yayımlandığında yazarı hakkında doğru dürüst bir malumat sahibi değildim. Sizlere de oluyor mu bilmiyorum, bendeniz bazen böylesi "kör alış"lar yapıyorum. Kimileyin kitabın kapağı, bazen arka kapak yazısı, bazen de eseri yayınlayan yayınevi etkili oluyor bu alışverişte. Hermann'ın bizde ilk yayınlanan Yaz Evi, Daha Sonra'sını böylesi bir kör alışla almıştım. Ve gerçekten de okuduğuma değdi. Sonrasında yazdıklarını da hep merak ettim ve Türkçe'ye çevrildikçe okudum. Bugün dilimize çevrilmiş dört kitabını bulmak mümkün.
O öykülerde beni ne etkilemişti? Hiç uzatmadan söyleyeyim, bugünlerde dünya edebiyatında çok zor bulabileceğimiz bir iksir; samimiyet. Hiç öyle yüksek edebiyat kasmadan, postmodern edebiyat numaralarına kaçmadan doğrudan "insani" olanı anlatmayı seçmiş yazar. Elbette tam anlamıyla Avrupa edebiyatı. Kendinden ve yaşadığı çevreden mutsuz insanlar, kıta Avrupa'sının dayattığı eko-politik meseleler, göçmenlik, bazı arzulara hep geç kalmanın verdiği keder, ruh daralmaları, aile meseleleri ve üstesinden gelinemeyen geçmiş... Hermann'da bu ruh hallerinden fazlasıyla var. Öykülerini samimi yapan da bu sanırım. Daha sonra okuduğum söyleşilerinde ve diğer kitaplarında fark ettiğim en hoşuma giden tarafı ise kendisini hep başka biriymiş gibi anlatarak yazdıklarına "malzeme" yapması.
EDEBİYAT ŞÖLENİ SUNUYOR
Hermann tıpkı nordik yazarları gibi ruhunu ve kişiliğini ameliyat masasına yatırmaktan çekinmiyor. Avrupa edebiyatı için mumla aradığımız bir özellik. Ki Nobel'in ve Booker'ın artık giderek siyasileştiği ve "yüksek edebiyatı" öncelediği göz önüne alınırsa Hermann burada çok ayrı bir yere oturuyor.
Judith Hermann hakkında yeniden düşünmemi sağlayan olay ise bugünlerde Türkçe'ye çevrilen Birbirimize Her Şeyi Söyleyebilirdik adlı kitabı oldu. 2023 Wilhelm Raabe ödülüne layık görülen kitap Hermann'ın uzun bir konuşmasından oluşuyor. Daha sonra anladığım kadarıyla kitaba dönüştürülmüş.
Hermann, Birbirimize Her Şeyi Söyleyebilirdik'te eski psikoloğunu bir gün Berlin'de bir sokakta görmesiyle başladığı ruhsal kazısını daha da derinlere indirerek bizlere eşsiz bir edebiyat şöleni sunuyor. Başta da söylemiştim, yazar kendi hayatı hakkında yazmaktan kaçınmıyor. Bu kitapta ise aile bağlarının zayıflığı, kendi ruhunda yaşadığı çıkmazlar, arkadaşlarıyla ilişkileri, ansız kayıplar ve yeni buluşmalar dalgalar halinde çarpıyor okurun kıyısına.
Ve her şey yazıya bağlanıyor. İçindeki düğümleri yazarak çözüyor Hermann. Hatta yazarlığa adımını böyle atıyor. Etkisinden kurtulamadığı hatıralarını sağaltmaya çalışıyor. Yaşamın geçiciliğine yapılan vurgu çok etkileyici. Kısa bir otobiyografi olarak da okunabilecek olan kitabın en güzel tarafı bir romanı andırıyor olması. Daha önce yayınlanan Yuva adlı romanını da okumuştum Hermann'ın. Bildiğim kadarıyla ikinci romanı. Aslında uzun hikâye diyebiliriz ama bildiğiniz gibi türler uzun zamandır böylesi geçişlilik içindeler. Evet, Yuva romanında da ailesiyle çözemediği bazı sorunları olduğunu düşünmüştüm. Birbirimize Her Şeyi Söyleyebilirdik'le taşlar yerine oturdu.
Kitapla ilgili yazılanlarda, bu metinde inanılmaz bir ışıltının ve vahşetin olduğu söyleniyor. Doğrusu katılmamak elde değil. Ama bir başka açıdan düşündüğümüzde politikadan bu kadar uzak bir metnin doğrudan insan ilişkilerindeki derinliğe dalmayı seçmesi şaşırtıcı. Çünkü anlatılardaki tarihi dönüm noktaları ister istemez politikanın avucundan geçmek zorunda. Hele ki Berlinli bir yazardan bahsediyorsak. Fakat Hermann bir tür üst anlatı kurarak politikayı alttan akan bir nehir gibi metnin arasından geçirmeyi başarmış.
Yazarların sorgu lambasını kendilerine tutması bir 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı olayıdır. Ve tabii iki savaş arası anlatıları. Bugün büyük edebiyat olarak bildiğimiz Avrupa metinlerinde bu etkiler çokça hissedilir. Büyülü Dağ'dan Kayıp Zamanın İzinde'ye kadar ana alteri politika olmasa da, politikanın havuzuna dalmamış bir metin bulmanız zordur. Milan Kundera'da doruğa çıkan bu politik anlatı gider gelir Varoluşçuluğun kollarında huzura erer. Bir başka kolu da Marksizm'e dahildir ama o şimdilik konumuz değil. Judith Hermann'ın bu küçük ve samimi kitabı Birbirimize Her Şeyi Söyleyebilirdik'i samimiyetinden ve edebiyata olan inancımı bir kez daha tazelediğinden dolayı çok sevdim.