Hayat bazen bizi incitir. Bunu kabullenmek zor ama gerçektir. Bazen en güvendiğimiz kişilerden gelir yara, bazen hiç beklemediğimiz bir andan. Bazen çocukluğumuzdan taşıdığımız izler olur, bazen yetişkinliğin telaşında bastırdığımız kırgınlıklar.
Ve ne yazık ki, çoğumuz bu yaralarla ne yapacağımızı bilemeyiz. Kimimiz yok sayarız, "Geçti" deriz, unutur gibi yaparız. Kimimiz güçlü görünmek uğruna gülümser, ama içimizde kocaman bir boşluk taşırız.
Kimimizse "Ben iyiyim" diyerek, aslında iyi olmadığımız bir gerçeği yutkunarak yaşarız. Çünkü bu dünyada bize en çok öğretilen şeylerden biri şudur:
Acını gösterme, kırılgan olma
Oysa insan dediğin, kırılabilen bir
varlıktır. İnsanın en derin gücü, bazen en
derin kırılganlığının içindedir. Bu yazıda,
yaralarımızı gizlemek mi yoksa onlarla
barışmak mı bize daha iyi gelir, bunu
birlikte keşfetmeye çalışacağız. Çünkü
belki de asıl güç, acıyı bastırmakta değil,
onunla barışabilmektedir.
Neden yaralarımızı saklarız?
Çünkü öyle öğrettiler. Toplum bize güçlü olmanın, duyguları bastırmakla mümkün olduğunu söyledi. Ağlamayan çocuklar alkışlandı. Sessiz kalan kadınlar "olgun" sayıldı. Acı çeken erkeklere "adam gibi adam" denildi.
Bize dediler ki:
"Geçmiş geçmişte kaldı."
"Olan oldu, önüne bak."
"Ağlayarak bir şey çözülmez."
"Unut gitsin."
Ve biz unuttuk sandık.
Ama unuttuğumuz şey acı değil, acının dile dökülememiş haliydi. Bastırdıkça büyüdü, konuşmadıkça içimize çöktü. Aslında yaralarımızı saklamamızın en derin nedeni, yeniden aynı acıyı yaşamaktan korkmamızdır.
Kendimizi korumak için unutur gibi yaparız. İnsan, kalbinin dayanamayacağına inandığı her şeyi bastırır.
Ama şunu unuturuz:
Bastırmak iyileştirmez, sadece geciktirir
Beden unutmaz. Zihin susar, ama
kalp hatırlar. Yıllar sonra bir koku, bir
şarkı, bir bakış yeniden açar o kapanmayan
yarayı. Kendimizi korumak uğruna
sakladığımız her yara, aslında bizi içten
içe tüketir.
Ve zamanla fark etmeden, o acıyla şekillenir hayatımız. Sevme biçimimiz... Güvenme şeklimiz... Yakınlık kurma cesaretimiz... Hepsi o bastırılmış acıdan pay alır.
O zaman sormak gerekir:
Bir yara gizlendiğinde geçer mi?
Bir yarayla nasıl barışılır?
Yara iyileşmek için önce görülmek ister. Tıpkı ağlayan bir çocuğun önce "duyulmak" istemesi gibi...
Yaralarımız da duyulmak ister. Saklandıkları karanlık yerlerden gün ışığına çıkarılmak, anlam bulmak, ifade edilmek isterler. Ama bu kolay değildir. Çünkü bir yara ile yüzleşmek, sadece geçmişte olanı hatırlamak değil, aynı zamanda o ana dair hissettiklerimizi de yeniden yaşamak demektir.
Ve bu bizi korkutur. Ama şifa da tam burada başlar. Bir yarayla barışmak için önce onu yargılamadan tanımak gerekir.
"Ben bu acıyı neden hissettim?" değil... "Bu acıyı hisseden yanım neye ihtiyaç duyuyordu?" diye sormak gerekir.
Çünkü bazı yaralarımız sadece yaşadıklarımızdan değil, o anda alamadığımız sevgiden, duyulmamış hislerden, sarılmamış bir çocuktan doğar.
Bazen içimizde hâlâ bekleyen küçük bir "ben" vardır. Yalnız kalmış, anlaşılmamış, anlatamamış bir hâlimiz...
İşte o yanımıza dönüp, onunla konuşmaya başladığımızda barış başlar. "Senin orada olduğunu fark ettim" diyebildiğimizde... Barışmak, acıyı yok saymak değil; onun varlığını kabul etmek, ona alan açmaktır.
İçimizdeki acıya şefkat gösterdiğimizde, o acı da zamanla sesini yavaş yavaş kısar. Çünkü anlaşılmak, her yarayı biraz olsun iyileştirir.
KABULLENMEK TESLİM OLMAK MIDIR?
Bu soruyu birçok kişi sorar:
"Acımı kabullenirsem, ona teslim mi olmuş olurum? Bu, mücadeleyi bırakmak değil mi?"
Hayır.
Kabullenmek, vazgeçmek değil; direnmekten vazgeçmektir.
Çünkü en çok da içsel savaşlar yorar insanı.
Geçmişi değiştirmeye çalışmak, yaşanmışı yok saymak, hissettiğini inkâr etmek... Bunlar insanın ruhunu içten içe tüketir.
Kabullenmek, "Bu oldu ve ben bunu yaşadım" diyebilmektir.
Bir yara varsa, artık onun var olduğunu kabul etmektir.
Bu, ona teslim olmak değil; onun üzerimizdeki etkisini dönüştürmeye giden ilk adımdır.
Direndiğimiz şey büyür.
Ama kabul ettiğimiz şey dönüşür.
Acı, biz ona karşı direndikçe daha da sertleşir.
Ama biz ona kalpten bir "tamam" dediğimizde, sanki ilk kez yumuşar.
SEN KENDİNE SARILDIKÇA, HAYAT DA SANA SARILMAYA BAŞLAR
Unutma, yara izleri utanç değil, hayatta kaldığının ve büyüdüğünün işaretidir.
Ve bazı yaralar, iyileştikten sonra en çok başkalarına umut olur.
Bazen en derin şifa, "Artık iyiyim" demekte değil...
"O günlerde bile elimden geleni yapmışım" diyerek kendine şefkat gösterebilmektedir.
Ve bil ki, sen kendine sarıldıkça...
Hayat da yavaşça sana sarılmaya başlar.
ŞİFA, HATIRLADIĞINDA ACITMAYAN BİR YARA HALİDİR
Zamanla bazı yaralar kabuk bağlar. Ama her kabuk iyileşme demek değildir. Gerçek şifa, o yarayı hatırladığında artık içinde bir sızı değil, bir bilgelik taşıyorsan başlamıştır.
Çünkü her yara, eğer izin verirsek bize bir şey öğretir.
Kendimizi, sınırlarımızı, ihtiyaçlarımızı ve hassasiyetlerimizi tanımamıza vesile olur.
Bazen bir yara, bizi en çok kendimize yaklaştırır. İçsel şifa, geçmişi silmek değildir. Ona yeni bir yer vermektir. Kırılmış yanlarımızla barıştıkça, içimizde parça parça duran ne varsa yavaşça bir araya gelmeye başlar. Ve işte o zaman fark ederiz ki; biz yalnızca yaşadıklarımız değiliz. Biz, yaşadıklarımıza verdiğimiz tepkileriz. Bu konuyu daha önce DAT sistemiyle - yani Durum, Anlam, Tepki modeliyle - anlatmıştım: Hayatta başımıza gelen olay değil, o olaya yüklediğimiz anlam ve ardından verdiğimiz tepki şekillendirir bizi. Ve bu farkındalık, dönüşümün kapısını aralar.