Ümit Ünal, Halit Refiğ'in çektiği, Müjde Ar'ın başrolünü oynadığı
Teyzem filmiyle bundan neredeyse 25 yıl önce Türk sinema sektörüne giriş yaptı. Bu ilginç ve vizyona girdiği dönemde hayli ses getiren filmin senaryosunu yazan Ünal, yıllar içinde birçok farklı işe imza attı. İlk senaryosu
Teyzem, 1986
Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması'nda Birincilik Ödülü aldı. İlk filmi
9'u, 2001 yılında yazdı ve yönetti.
9, 2003 yılı Yabancı Film Oscar'ı için Türkiye'nin adayı seçildi ve çeşitli festivallerde ödüller aldı. Gişe olarak fiyasko diye nitelediği, senaryosunu yazdığı
Kaptan Feza isimli film bundan bir ay önce vizyona girdi.
Kaptan Feza'dan umduğunu bulamayan Ünal bu kez, kendisine ait olmayan bir senaryoyu, bir korku filmi olarak çekti.
Ses isimli film için Ünal iddialı. "Bu film gerçekten korkutacak," diyor.
- Korku filmi seven biri misiniz?
- Korku filmlerinden çok etkileniyorum, günlük hayatta da bu böyle, her şeyden korkan bir adamım; yükseklik korkum var, karanlıktan korkarım. Bir yandan da gerçekten korkan bir insanın daha iyi korku filmi çekebileceğini düşünüyorum. Burada biraz öyle oldu.
Ses'in senaryosu bana ilk geldiğinde gece okumaya kalkıştım ve ilk 20 sayfayı okudum, çok korktum, kapattım. Ertesi gün gündüz gözüyle yeniden okuyabildim. Kendim çektiğim halde, hâlâ seyrederken ürktüğüm yerler var. Bir yandan da bu, insanları sadece korkutmak üzerine, onların reflekslerine seslenen bir film değil. Bu, dertleri olan bir film. İnsanın aklına seslenerek korkutmaya, germeye çalışıyoruz.
KORKULAR BİZİ BESLİYOR
- Siz seslerden korkar mısınız?
- Ben hiç gâipten sesler duymadım. Filmimizin kahramanı duyuyor, bu durumu yaşayan insanlar da var. Uykusundan bir ses duyarak uyanan insanlar var. Benim hiç başıma gelmedi. Gelse eminim çok korkarım.
- Korkmak bir ihtiyaç mıdır sizce?
- Korkular bizi besleyen şeyler. Korku da mutluluk gibi bir duygu. Tüm bu duygular olmadan yaşadığımızı hissedemeyiz. Korku filminin eğlence işlevi görmesi de bu yüzden. İnsanlar nasıl lunaparka gidip adrenalin yükseltiyorlar, korku filmine de benzer nedenlerden geliyorlar.
- Hayatınızın bu döneminde neden böyle bir film çekmek istediniz? İlk kez kendi senaryonuz olmayan bir film çekiyorsunuz?
-
Gölgesizler'den sonra,
Ses'in yapımcıları Ersan Çongar, Tunç Şahin ve Kaan Ege, başta başka bir senaryo önerdiler.
Ses'i de ikinci film olarak çekmeyi planlıyorlardı. Ben o ilk önerdikleri senaryoyu kendime çok uygun bulmadım. '
Ses'i de bir oku,' dediler. Okuyunca kendi dünyama çok yakın bir şey buldum. Benim
Teyzem'den itibaren, ilk yaptığım işlerden beri, böyle bir yandan ruhsal çözümlemeleri olan, temeli olan hikâyelere, rüyâlara, biraz gerçeküstü durumlara çok ilgim var. Diğer yaptığım işler de öyle...
Ara, Dokuz, Anlat İstanbul, Gölgesizler de biraz öyle. Bu senaryoyu kendim yazmışım gibi hissettim, o yüzden kabul ettim.
- 'Benim anlatacak bir şeylerim var, bunu da en iyi sinemayla yaparım,' diyerek mi yola çıkıyorsunuz?
- Söylediğim şey çok önemli tabii ki, onunla yola çıkıyorum. Bu sadece sinema için değil, senaryo yazarken de, roman yazarken de, asıl içerikten yola çıkıyorum. Türkiye'de büyük bir içeriksizleştirme var. Pop şarkılarından tutun, sinemaya, televizyon dizilerine, hiçbir şey söylemeyen, daha doğrusu söylemekten korkan işlerle dolu kültür ortamımız. O yüzden ben, söyleyecek şeyi olan işler yapmak istiyorum. Ama şunun da altını çizerek söylemem lazım ki, bir içerik cümlesinden yola çıkmıyorum. Yani; 'Ben şunu anlatayım,' diye yola çıkmıyorum. Beni rahatsız eden, mutlu eden, ağlatan şeylerden söz etmeyi seviyorum. Bu bazen tek bir dialog, bir görüntüyle başlıyor ve gelişiyor. Onları bir hikâyeye dönüştürüyorum, sonradan ona bir mânâ veriyorum. Öbür türlüsü, bir tür propaganda işi gibi geliyor. 'Ben şunu anlatacağım,' diye yola çıkan bir yönetmen aslında filmin başında bunu söylese daha iyi. Çünkü bir sanat yapıtı sadece mesajına indirgenebilecek bir şey değil, çok daha karmaşık. İçerik sadece 'Fokları öldürmeyelim,' gibi bir şey değil. Sanat daha bütün bir şey.
- İçeriksizleşen her şeyin daha çok alıcısının olması sizi rahatsız ediyor mu?
- Dünyanın her yerinde böyle. Asıl ticari şeyler daha basit ve yüzeysel olandır. İnsanlar çok derin bir roman yerine,
Da Vinci Şifresi'ni okumayı tercih ediyor, biraz daha okumuş olanlar Paulo Coelho okumayı tercih ediyorlar. Hap haline gelmiş bilgi, hap haline gelmiş duygu insanlara daha çekici geliyor. Okur ve izleyicilerin çoğu tembel. Daha kolay algılıyorlar. İngiltere'de çok iyi gişe yapan bir film, 14 milyon izleyici demek. O yılın en çok iş yapan filmine 15 milyon kişi gittiyse, daha düzgün bir filme de bir milyon kişi gidiyor; böyle bir seyirci kapasitesi var. Bizim ülkemizin tuhaflığı, 70 milyon nüfuslu bir ülkede en büyük gişe 4.5 milyona çıktı. Ona da ulaşan, televizyon izleyicisini sinemaya çeken filmler oluyor. Yine de 4.5 milyon seyircinin olduğu bir ülkede, Cannes'da ödül almış bir filme de 500 bin kişinin gidiyor olması lazım. Ama ona 100 bin kişi gidiyor.
- Zekâmız Recep İvedik seviyesindedir belki?
- Kimsenin suçu değil bu. Sinemaya gitme oranı az. Yavaş yavaş yerleşiyor. Artacağına inanıyorum ben.
- Ortada bir sinema kirliliği olduğunu düşünüyor musunuz, yani çok fazla film çekiliyor gibi düşünmüyor musunuz?
- Bence yapılsın, keşke daha çok yapılsa. Zamanında senede 400 film çekiliyormuş.
Recep İvedik'i 10 milyon kişi izlesin ama Nuri Bilge'ye de 1 milyon kişi geliyor olması lazım. O noktalara yavaş yavaş gideceğiz, umutluyum.
- Kaptan Feza'da ne oldu durum?
-
Kaptan Feza gişe olarak fiyasko oldu. Bence pazarlamasında çok büyük hatalar oldu. Çok erken çıkıldı. Aslında biraz daha bekleyip, daha iyi bir tanıtımla çıksak çok daha iyi iş yapabilecek bir hikâye olduğuna inanıyorum. Şimdi geriye dönüp baktığımda, biraz da yönetmen olarak tavizler verdiğimi düşünüyorum.
KAPTAN FEZA'YI 18 GÜNDE ÇEKTİM
- Nasıl tavizlerden söz ediyorsunuz?
- Çok küçük bir bütçeyle çekmeye razı oldum. 18 günde çekmeye razı oldum. Benim 13 günde çektiğim filmim de oldu ama bir odanın içinde geçen bir filmdi. Halbuki
Kaptan Feza bir aksiyon filmi, en az üç katı bir bütçeyle ve en az altı haftada çekilmesi gerekiyordu. Ama paramız ancak o kadara yetiyordu. Biraz bekleyebilirdik çekmek için, daha güçlü bir bütçe oluşturabilirdik. Ama biraz sabırsızlık ettim. Yine de çok duyarlı ve etkileyici bir hikâyesi olduğuna inanıyorum. Seyirciye de o duyguyu geçirebildiğini düşünüyorum ama
Ses'te daha iyi bir iş yaptık.
- Biraz da Teyzem filminden bahsetsek... Filmin yarattığı etki ve sizin hayatınızdaki yerini anlatabilir misiniz?
-
Teyzem gerçek hayatta da benzeri yaşanmış bir hikâye. Benim teyzem de filmdekine benzer bir hayat yaşadı, oradaki gibi öldü. Ben onun hayatından çok etkilendim, bir tür hayatla hesaplaşma güdüsüyle senaryoyu yazdım. Okulun son yılında yazmıştım, 21 yaşındayken filme çekilen ilk senaryom, beni sinemacı yapan ilk işim oldu. Sanırım en çok hatırlanan işlerimden biri aynı zamanda. 24 sene sonra hâlâ hatırlanması bence samimiyetinin ve hikâyenin etkileyiciliğinin kanıtı.
ŞARKILAR KİTABI YAZIYORUM
Kitap yazmak mı, sinema yapmak mı daha çok cezbediyor sizi?
- Ben sinema okulu mezunuyum. Okul hayatım boyunca kısa filmler yaptım, onlar da ödüller aldı. Dolayısıyla hep yönetmen olma hayalim vardı. Benden de beklenen oydu. Ama İstanbul'a gelince genç birinin yönetmen olma yolunun asistanlıktan geçtiğini anladım. Orada pişeceksiniz, burnunuz sürtülecek, Yeşilçam'da sonra belki size bir yönetmenlik fırsatı verilecek. Ben ilk asistanlık deneyimimi Atıf Yılmaz'ın yanında yaptım. Dördüncü asistan olarak. Ve çok kötü bir asistandım. İlk filmden itibaren bana Atıf Abi çok kötü bir asistan olduğumu söyledi. Orada bir umut olmadığını gördüm. Asistanlıktan geçerek yönetmen olamayacağımı anladım.
- Sonra hayat nasıl bir sürpriz yaptı?
- Benim okuldan beri hep anlatmak istediğim hikâyeler vardı. Hayat boyu hep hikâyeler uyduran, onları kuran ve hikâyelerle düşünen birisi oldum. Özellikle
Teyzem'in hikâyesini okul sırasında yazmıştım. Onun çekilmesini çok istiyordum. Bir şans
Adı Vasfiye sırasında Müjde (Ar) ile tanıştım. Müjde, o yıllarda Türkiye'nin en popüler yıldızlardan birisiydi ve onun istediği, beğendiği bir proje çok rahat hayata geçebiliyordu. O sayede birden kendimi senaryo yazarı olarak buldum. Sinema çok büyük bir krize girdiğinde, 1991 yılında reklam yazarlığı yapmaya başladım. Sinemayla ilişkim kopmuş gibiydi. Film çekemediğim için hikâyelerimi yazmak yoluna gittim. Film yapamadığım dönemde hikâyeler yazdım, iki romanım yayımlandı. Yönetmen olarak daha iddialıyım ama yazar olarak, sevdiğim büyük yazarları düşününce kendimi onlar gibi görmüyorum.
- Yeni bir kitap projeniz var mı?
-Son iki seneyi inanılmaz yoğun geçirdim. Bir kitaba başlamıştım ama o kadar yoğun bir dönem geçti ki, yarım kaldı. Ben şarkılara takıyorum arada. 10 gün boyunca aynı şarkıyı dinlediğim oluyor. Çok şarkı var böyle. Günde 50 kere dinlediğim olabiliyor. Bir ay aynı şarkıyla yaşayabiliyorum. O şarkıların listesini yaptım önce, sonra o dönemleri tek tek anlatmaya başladım. Şarkılar kitabı diye başladım, 70-80 sayfa yazdım ama araya filmler girdi.
Ara, Gölgesizler, Kaptan Feza ve son filmim
Ses. Üç senede dört film çektim. Biraz edebiyatı ihmal ettim.
SERRA'NIN ÖNÜNDE SECDEYE VARDIM
- Serra Yılmaz'la dostluğunuz nasıl başladı?
- Serra'nın hayranıydım.
Teyzem'deki kötü görümce rolünü oynamasını çok istemiştim. Senaryo kendisine yollandı, o da beğenip kabul etmiş, beni evine bir partiye çağırdı. Serra'yla hep hatırlayıp güldüğümüz hikâyedir. Beni partiye götüren reji asistanı arkadaşım Gül Erbil ve Serra anlaşmışlar, Gül bana, "Kapıdan girer girmez yere kapanıp tapmazsan, Serra rolü kabul etmeyecekmiş," dedi. Ben de kapıdan girince diz çöktüm, Serra'nın önünde secdeye vardım. Tanışmamız böyle oldu, sonrası da buna göre gelişti.
- Bir kediniz olduğunu ve onu çok sevdiğinizi biliyorum...
- Evet, Dudu! Dudu'yla üç yıldır birlikteyiz. Kendisi evin hanımıdır, en azından kendisi öyle sanıyor. Büyük olasılıkla kendisini evin sahibi, beni de evin hayvanı olarak görüyor. Belki de doğrudur.
KIZLARIMLA SKYPE'DAN KONUŞUYORUZ
- Kızlarınızla ilişkiniz nasıl? Kız babası olmanın üzerinizde nasıl bir etkisi oldu?
- İki kızım var. İkisine de âşığım, çoğu baba gibi. Maalesef 2004'ten beri ayrı yaşıyoruz. Eski karım İngilizdi, onlar anneleriyle birlikte İngiltere'de yaşıyorlar. Düzenli görüşemediğimiz zamanlar Skype hayat kurtarıyor.