Güvenlik meselesinin bu konuda önemli ölçüde belirleyici olduğu kabul edilmektedir. Körfez ülkeleri mültecileri kabul etmeleri halinde Suriye'de savaşan örgütlerin kendi ülkelerine yerleşmesinden endişe duymaktadırlar. Kaldı ki bu gerekçelerin hepsi mültecilerin yüzde 90'ını barındıran Türkiye, Lübnan ve Ürdün için de geçerlidir. Bir başka önemli gerekçe ise, belirli bir gelir seviyesine sahip olmayan mültecilerin bu ülkelere gitmek istemeyecekleri gerçeğidir. Yukarıda ifade edilen gerekçelerden hiçbirisi, mülteciler konusunda mevcut duyarsızlığa haklı bir sebep oluşturamaz. Avrupa ülkelerine yönelen eleştiri oklarının bir başka tarafa çevrilmesi işlevini görse de Körfez ülkelerine yönelik sorular da haklıdır. Körfez ülkelerinin mülteciler konusunda daha duyarlı olmaları ve bu konuda daha fazlasını yapmaları elzemdir.
Enes Bayraklı / Türk-Alman Üniversitesi
Almanya mülteci politikasında neden değişikliğe gitti?
Merkel bundan birkaç ay önce mülteci bir kızı canlı yayında ağlatmak pahasına bütün mültecilerin kabul edilemeyeceğini açıklamıştı. Buna rağmen yaşanan gelişmeler sonucunda bu politikada ani ve dramatik değişiklikler yaptı. Burada Merkel'in pragmatik bir lider olarak kamuoyunda Akdeniz'de yaşanan mülteci ölümleri sonrasında oluşan mülteci yanlısı havaya göre hareket etmesi de şüphesiz etkili oldu.
Yaşanan bu ani politika değişikliğini anlamak için mülteci sorununun arka planına bakmak gerekiyor. 2014'te Almanya'ya 170 bin mülteci gelirken bunun sadece 40 bini Suriye'den gelmişti. 2015'de Suriyeli mültecilerin sayısında adeta bir patlama yaşandı ve ilk sekiz ayda 112 bini Suriye'den olmak üzere 413 bin mülteci Almanya'ya giriş yaptı. Bunun 100 bini sadece Ağustos ayında geldi. Bugün gelinen noktada 2015 yılında 800 bin mültecinin Almanya'ya gelmesi beklenmektedir. Buna rağmen şuna dikkat etmek gerekir ki bu mültecilerin büyük çoğunluğu Suriye dışındaki Eritre, Kosova, Afganistan vb. ülkelerden gelmektedir. Bunlardan bir kısmı iltica başvurusu sonucunda sınır dışı edilmektedir.
Almanya orta Avrupa'da yaşanan mülteci krizi sonucunda Dublin Anlaşması'nı geçici olarak uygulamayarak mültecileri kabul etmeye başladı. Bu durumun Almanya'nın açık kapı politikası uyguladığı ile ilgili bir algı yaratması üzerine daha fazla sayıda mülteci Almanya'ya yöneldi. Bunun üzerine bu durumu düzeltmek isteyen Almanya hükümeti ve diğer Avrupa ülkeleri Şengen Anlaşması'nı askıya alarak geçici sınır kontrollerini başlattılar.
Bütün bu ani manevralar bize Avrupa'nın ve de özellikle Almanya'nın bu mülteci akınına karşı hazır olmadığı ve ani tepkiler verdiğini göstermektedir. Almanya'nın ani politika değişikliğinin arkasında yatan ana sebep AB'nin 'çekimser lideri' haline gelen Almanya'nın AB'yi siyasi ve toplumsal bir krize sürükleme potansiyeli olan bu meselede ön almaya çalışıyor olmasıdır. AB projesinden ekonomik olarak en çok faydalanan ve AB'nin ekonomik olarak en güçlü ülkesi olan Almanya'nın mülteci krizinin maliyetinin büyük kısmını yüklenmeye hazır ve mecbur olduğu gözlemlenmektedir.
Bu durumun Merkel için siyasi bir maliyet yaratması kaçınılmazdır. Her ne kadar Alman toplumunun önemli bir kısmı mültecileri hoş karşılasa da azımsanamayacak bir kesim ise mültecileri istememektedir. Mültecilere karşı yapılan saldırılara bakıldığında durum çok net ortaya çıkmaktadır. Almanya'da mültecilere karşı 2012 yılında 24, 2014 yılında 200, 2015'in sadece ilk altı ayında ise 200 saldırı gerçekleşmiştir. Suriye sorununun kısa vadede çözülmesi beklenmediğinden Almanya'da uygulanan mülteci rejiminin sonucunda bu mültecilerin büyük kısmı Almanya'ya yerleşecek ve geri dönmeyecektir. Bu durum ise Suriye sorunu çözülmedikçe ya da Suriye'de güvenli bölgeler oluşturulmadıkça sayıları daha da artacak olan Suriyeli mültecilerin uzun vadede zaten ülkesinde yaşayan Müslümanlarla ilgili büyük sorunlar yaşayan Almanya'da ciddi tartışmalara neden olacağı açıktır.
Kazım Keskin / SETA
Avusturya ve insancıl (!) mülteci politikası
"Lütfen kapıları açın! Lütfen kapıları açın, yoksa hepimiz öleceğiz!" Avusturya'nın Burgenland eyaletinde bir kamyonda ölü olarak bulunan 71 mültecinin muhtemelen söyleyebildikleri son cümleler bunlar olmuştur.
Tarihler 27 Ağustos 2015'i gösterirken, II. Dünya Savaşı'ndan beri Avusturya'da tek bir seferde en fazla can kaybının yaşandığı bu feci olayda, 59 erkek, 8 kadın ve 4 çocuğun cesedi bulunmuştu. 2001 yılında, mültecilerin yurtdışından iltica başvurusunda bulunma imkânları Avusturya Halk Partisi'ne (ÖVP) mensup, dönemin İçişleri Bakanı Ernst Strasser tarafından kaldırıldığından, bu insanlar gizlice Avusturya'ya girmeye çalıştılar ve canlarından oldular.
Aynı partiden İçişleri Bakanı Johanna Mikl- Leitner, son olayla ilgili yaptığı açıklamada sorumluluğun insan tacirlerinde olduğunu söyledi. Kendisinde hiçbir sorumluluk görmeyen bakan, bu kişilere uygulanan cezaların artırılması yoluyla bu tip olayların önüne geçilebileceğini iddia etti. Bunun üzerine, vicdanları körelmemiş çok sayıda kişi tarafından bakanın istifası istendiyse de bir sonuç alınamadı.
Aslında Mikl-Leitner, Avusturya siyasetinde artık geleneksel hale gelmiş olan yabancı, göçmen ve mültecilere yönelik güvenlik politikalarının yürütülmesinde kendisine biçilen rolü oynamaktan başka bir şey yapmıyordu. Bakana göre sorun, Avusturya'nın da imzalamış olduğu Cenevre Sözleşmesi'nde de tarif edildiği şekliyle insani bir mesele olmaktan öte, bir güvenlik sorunuydu.
Bakanın çalışanları da kendisinden farklı düşünmüyor olmalılar ki içlerinden birisi, mültecilere yardım eden bir STK üyesi olan bayan Anahita Tasharofi'yi tartaklayıp yere fırlatmıştı.
Aynı partinin daha önceki genel başkanı ve dönemin Başbakan Yardımcısı Michael Spindelegger'ın 2013 yılında yapmış olduğu, Suriye'den yalnızca Müslüman olmayan 500 mültecinin ülkeye kabul edileceği şeklindeki açıklamasını da hatırlayacak olursak, Mikl- Leitner'in aslında insancıl(!) olduğunu teslim etmemiz bile gerekebilir.
Muhammet Tacettin Kutay / Türk Alman Üniversitesi
Kilise mülteciler için ne yapabilir?
Günahkâr geçmişiyle yüzleşmek yükü geçtiğimiz asırda Kilise'yi gerçekliğini bırakarak ideallerinden bahsetmek zorunda bıraktı. Kilise idealini gerçekliği gibi gösterirken, özellikle İslam âleminin perişaniyetini ideali gibi sunmaktan geri kalmadı. Bir Katolik'ten "İsa sev dedi Müslümanlar ise öldürüyor" tarzı ideal-gerçeklik mukayesesi yapan cümleler duymak hiç de alışılmadık değil. Son dönemde karşı karşıya kaldığı mülteci krizi Kilise'yi kendi içinde de benzer tavırlar sergilemek durumunda bıraktı.
"Acıkmıştım, doyurdunuz; susamıştım, su verdiniz; evsizdim, barındırdınız. Çıplaktım, giydirdiniz; hastaydım, bana baktınız; mahpustum, ziyaret ettiniz" (matta 25) ayetini okuyarak, mültecileri kiliselerde misafir etmeye çağıran idealist Papa, kendisini "gerçeklikten bihaber" olmakla suçlayan Szeged Başpiskoposu Laszló Kiss-Rigó gibi Kilise büyüklerini karşısında buldu. Rigó, Papa'nın ne söylediğini bilmediğini ve vaziyetin ciddiyetinden bihaber olduğunu söyleyerek; şu anda yaşanan mülteci akınının aslında Avrupa'nın Müslümanlar tarafından işgal edilmesi olduğunu ve kendilerine herhangi bir surette merhamet göstermenin Avrupa'ya merhametsizlik etmek olacağını dile getirerek, Katolik kilisesi içinde Hıristiyan ideallerle reel politik arasında yaşanan çatışmayı gözler önüne serdi.
Kilise bizzat beslediği bu çatışma ile bir yandan imajını korumayı amaçlarken bir yandan yükselen Avrupa muhafazakarlığına karşı direnemeyeceğinin farkında olarak kitlesini konsolide etmeyi amaçlamakta. Avrupa'ya sahip çıkan sert realistlerin yıktığı imajı tamir etmek insanlığı kurtarmaya ahdetmiş idealistlere düşüyor. Söz konusu rol dağılımında "iyi" olmak Papa gibi temsil makamındaki figürlere ve iyi Katoliklere düşmekteyken, kötü polis rolünü Kilise'nin siyasette etkili asıl aksiyoner kadrosu üstleniyor. Tavşana kaç tazıya tut siyaseti Kilise'ye, bir şekilde Avrupa'ya gelmeyi başarmış mültecilerle ilgilenir bir görüntü bahşederken, diğer yandan mülteci akınına karşı aktif lobi faaliyeti yürüttüğü gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Önümüzdeki günlerin Kilise'nin II. Dünya Savaşı sonrası kendisini konumlandırdığı humaniter çizgiyi ne kadar daha sürdürebileceği sorusunu yanıtlama bakımından belirleyici olacağını söylemek yanlış bir yargı olmayacaktır.