Zaman gelip geçerken: Tatil yoksa hayat da yok mu?
İsmi üzerinde işte! Kelimenin kökeni bile yeterince anlatıyor.
Hayatı "durdurup" ara verdiğimiz, işe güce paydos ettiğimiz bir döneme tatil diyoruz.
"Atalet" de aynı kökten geliyor...
Yani diyeceğim o ki, tatiller değil, asıl hayatımızın kendisi güzel olmalı!
Yıl hesabıyla söyleyeyim;
350 günü yaşanmış saymıyorsak, 15 gün yaşamışız, gerçekten fark eder mi?
Ama ben de tuhaf mıyım neyim? Fark ediyormuş belli ki!
Çünkü Instagram'da herkesin geçen yıla dair yaptığı dökümlere baktım da, tek tek tatiller, seyahatler ortaya dökülmüş... Anlaşılan "bir yıl boyunca ne yaptım?" sorusuna artık başka bir geçerli cevap verilemiyor.
Seyahat edemeyenler de Instagram'a göre "yaşamıyor" sayılıyor. (İşi ve ünü seyahat üzerine olanları elbette bu çerçevenin dışında bırakıyorum; kastettiğim sizin gibi, benim gibi insanlar!) Ne yani? Hoş fotoğraf vermeyen şeyleri kafadan nahoş mu sayacağız?
Hiçbirinde...
Londralıların yüzde 40'ının evlerindeki buzdolabında mutlaka bir kase humus bulunuyormuş.
Bu yiyecek nasıl böyle hızla sevildi, diye soruyordu Anglosakson medyası...
Tabii işin içinde vejetaryenlerin çoğalmasının da etkisi var.
Şimdi bakıyorum, İstanbul'da da humus modası yayılıyor. O kadar ki, zincir restoranlar da mönülerine humusu koymaya başladılar. Ben de humus denilince iştahla yutkunmaya başlayanlardanım.
O halde buraya notumu düşeyim. Meraklısı mutlaka Lübnan esintili Arada Cafe'nin humusunu tatmalı!
Bu şirin mekan Tophane'de.
Bu kitapları karıştırırken şöyle bir duyguya kapılıyorum: Sanki sadeleşmek için bile önce zenginleşmek gerekiyor. Atacak şeylerin olmalı falan... Birileri bizimle dalga geçiyor ama niye?
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.