Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Bayrama gelenler, bayramın geldikleri...

Bayramlar, bana öyle geliyor ki, Türkiye'de yaşanan kültürel değişmenin en iyi algılandığı, hiç değilse algılanabileceği günler. Kendi ailemin bayramlarla olan ilişkisini düşündüğüm zaman bunu daha rahatlıkla söyleyebiliyorum. Yıllar yılı kurban bayramında bizim evde kurban kesildi. Parçalandı, dağıtıldı. Kurban etinden yapılan özel yemekler pişirildi. Sonra bir gün geldi, kurban kesmek yerine parasını sağa sola yatırmaya başladı bizimkiler. O "gelenek" de kayboldu gitti. Belki bizimkilerin yaşlanmasının bu işte bir payı vardı ama şurası bir gerçek ki, belli bir hayat standardına geldikten sonra zaten kurban kesmenin kendisi sorunlu bir işe dönüşüyor. Her şey bir yana kurbanı kesecek bahçe yok, olsa bile sağlıklı değil, insanlar bir dönemden sonra et yemiyor, şudur budur.
Bu hadise bana Türkiye'de kültürün dönüşümüyle ilgili çok önemli ipuçları veriyor. Kültür belirgin bir "ritüel"i, seremoniyi icra etmeyince kaybolan bir şey. Hatta kültürün kendisi öyle bir şey, tekrarlanan davranışlardan oluşuyor. Bayram tam da bu. Her yıl belirli bir günde "idrak" ediliyor.
Bu idrak sözcüğünü bilerek, seçerek kullandım. Bayramı yaşamak dediğimiz şey, onu idrak etmek. Ama gerçekten bayramın bilincine varabiliyor muyuz? Kim, nasıl varıyor?
Doğrusu zor bir soru. Kentsel yaşamın yüksek gelir gruplarına çıkıldıkça insanların bayramı bir tatil olarak gördüğü açıkken bütün bir toplumun onu aynı düşünce ve duyguyla kavradığını söylemek olanaksız. Zaten sorun da buradan çıkıyor. Sorun dediğim şu...
Osmanlı modernleşmesinden başlayarak çok yakın bir tarihe gelinceye kadar geleneksel olanla ilişkimiz çelişkiliydi ama daha bütüncül bir özellik gösterirdi. Osmanlı'nın kendi toplum yapısında da halk ve seçkinler ayrımı vardı. Orada da konak yaşamıyla kırsal alan birbirinden çok farklı davranış kalıplarına ve yaşama özelliklerine sahipti. Tanzimat'la birlikte bu uçurumun ne kadar derinleştiği anlatılır durur.
Bütün bunlara rağmen tekrar edeyim, yakın bir dönem öncesinde geleneğin kabulü, geçmiş kültürün benimsenmesi ve hatta uygulanması bakımından çok önemli, sarsıcı bir fark olduğu kanısını taşımıyorum. Buna mukabil sanırım İslam'ın siyasallaşmaya başlamasıyla ve kendisini öncelikle "Müslüman" diye tanımlayanların toplumda daha fazla görünmesiyle, o arada da bir gösterişe sahip olmasıyla birlikte kültürün geçmişle, gelenekselle olan ilişkisi müthiş bir sınıfsal içerik kazandı.
Bir yandan, büyük kentlerde, zengin muhitlerde yaşayan, daha iyi eğitimli çevreler de kendilerinin Müslüman olduğunu ifade etmeye koyuldu. Onlar da İslam'la bir sorunlarının bulunmadığını dile getirmeye başladı. Öte yandan, geleneksel olanı bütün bu savlarına, sözlerine rağmen hayatlarından çıkardı bu insanlar. Kapıdan girerken ayakkabı çıkarmaktan kurban kesmeye, cuma namazına gitmeye kadar birçok uygulama bu kesimin hayatında yer almıyor artık. Onları yaşamak, yaşatmak başka bir sınıfın işi olarak görülüyor. Eskinin alaturka-alafranga ayrımı şimdi halk-seçkin ayrımı olarak, eskiye nazaran çok daha fazla katılaşmış bir biçimde ortaya geliyor. Oysa bayram daha önceleri o seçkinlerin, konakta yaşayanların da bayramıydı. Veya Ramazan'ı neredeyse herkes aynı şekilde geçirirdi.
Böyle bir modernleşme kuramı var. Modernleşmeyle gelenekten kopmak at başı yürüyen süreçler. Türkiye de bunu yaşıyor. Ama gene de ben kültüre dönük bu sınıfsal yaklaşımda, bütün sınıfsal tepkilerde olduğu gibi, müthiş bir dışlama, rahatsız edici bir ikincilleştirme görüyorum. Halk İslam'ıyla seçkin İslam'ı farklıdır, amenna ama bu değindiğim "tepki" başka bir şeydir. Yani bazılarına bayram gelir bazıları bayrama gelir. Onlar kendilerini bilir.
Efendim, herkese iyi bayramlar...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA