
Yemek ya da kendini yemek
Yemek kanallarını, yemek programlarını izlemenin hazzına kapılmış gidiyorum. Hayır iştahımın çokluğundan değil, kalplere midelerden varmaya çalıştığımdan hiç değil.
Peki ne? Tuhaf bir huzur, umut, hayal dünyasına geçiş veriyor yemek kanalları bana.
Gülümsetiyor, ısıtıyor, merak ettirtiyor (ki merak kaybettiğimiz bir özellik, neyi niye merak edeceksin ki artık) 'bir gün ben de yapar mutlu olurum' sözü verdirtiyor. Bir gün... zaten ruhumuza güzel gelecek ne varsa daima 'bir gün'...
Ofis işinden mutfağa kaçanların sayısı az mı yani?
Ya da yemek pişirme kurslarına katılanların artması da yine aynı yerden mi?
Yani; yalnızlık, derin açlık, en kısa yoldan mutluluğu yakalama çabası, ağız tadıyla dağılma, unutmak isteme mi telaşı mı?
Üstelik beden imgemiz böylesine bozukken. Üstelik bir gram alacağız diye ödümüz patlarken.
Eskiden altın, dolar, kısır günlerinde anneannelerimiz konuşurlarmış.
Şimdi onlara burun kıvıranlar, mavrasını yapanlar, onları başı boş sayanlar ve üstelik diyelim şirketleri yönetenler, beyaz yakalılar, CEO'lar, havalı adamlar, sert iş kadınları, özgür kızlar bile tarifleşmeye doyamıyorlar. Demek ki her zamanki gibi eskilerin bir bildiği var değil mi efendim.
Uçsuz bucaksız gibi. Gittiçe gidecekmişsin ve kimse seni bulamayacakmış gibi.
Dünyanın tüm yükünden kurtulduk kurtulacakmışız gibi.
Afiyetli pazarlar.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.