Muhafazakarlığın hanedanla imtihanı
Geleneksel muhafazakar kültürümüz içinde, toplumun, geçmişine sahip çıkması esastır. Söz konusu ideolojinin en önemli unsurlarından biridir bu. Kaldı ki, aşırı derecede ceberrut oluşuna, baskıcı yapısına rağmen, vakti zamanında Kemal Tahir'in anlaşılmaz bir biçimde başını çektiği o görüşe göre de devlet bambaşka bir yerdedir; 'Türk insanının' hem bilincinde hem bilinçaltında. 'Allah devlete zeval vermesin' lafı bu anlayışın bir sonucudur.
Dolayısıyla toplumun Osmanlı hanedanını da benimsemesi, sahiplenmesi gerekir.
Gelin görün ki, bu, bir noktadan daha ileriye gidemiyor işte. Altında bu 'uzaklığın', muhtemelen bizim 'devrimci' geleneğimiz yatıyor. Kemalist cumhuriyetin oluşturduğu 'yeni bilinç/yeni düzen', insanları farkında olmasalar da hanedanla ve genelde Osmanlıyla kurdukları ilişkide belli bir mesafeye çekmiştir.
Bugün o insanların daha fazla yok sayılmasını toplum kabul etmiyor. Yurt dışına çıkarıldıkları günkü keskinlik, radikalizm içinde değil kimse.
Benzeri bir gelişmeyi Fransa yaşadı.1789 sonrasında kafasını kestiği kralla, devrimin 200. yılında barıştı. Orada, üstelik yerleşik bir aristokrasi, 'saraylılar' kesimi olmasına rağmen artık krallık, saltanat kimsenin umurunda değil.
Geriye bir tek İngiltere kalıyor. Aristokrasi de, saray da, kraliçe de geleneğin, hatta yönetimin bir parçası halinde. Halkın da belli bir ilgisi var ama bu sembolik, daha doğrusu popüler kültürün bir parçası olmaktan ileri gitmiyor.
Krallıkla yönetilen öteki ülkelerde de durum bu.
Ama yetmiyor. Yetmemesinin birçok nedeni var. Başlıcası, aristokrasinin olmaması. Öte yandan burjuvazi bugüne kadar ancak ulusal demokratik devrimini gerçekleştirdi ve onun bir sonucu olarak modernizmin yıkıcılığını esas kabul etti. Belki ileri bir şey söylüyorum ama, bütün o kültürel tahrip söylemine rağmen (ki, yerden göğe kadar doğrudur) ben o tahribin şu belirttiğim aristokrasi eksikliği nedeniyle bizim topluma çok uyduğu kanısındayım. Sonuç olarak cumhuriyet eski rejimi ortadan kaldırırken, toplumun neredeyse tamamı köylü toplumuydu.
Üstelik gerek cumhuriyet idaresi, gerekse arkadan gelen diğer yönetimler sanayileşmeyi, kentleşmeyi ve sınıfsal dönüşümü eksen alan politikalar uyguladılar. Netice göç oldu, kentleşme oldu, sınıf atlama oldu. Kim eski kültürün yerleşik hale getirilmesini talep etsin?
MUHAFAZAKARLIK DİN ÜZERİNDEN TANIMLANIYOR
Bugün böyle bir talebi ancak bir avuç aydın dile getiriyor. Türkiye, muhafazakarlıkla ve geçmişle kurduğu ilişkiyi halen sadece din üstünden tanımlıyor. Dinsel değerlerle içli dışlı olmak muhafazakarlık için yeterli kabul ediliyor. Kültürel plana sıçramış bir muhafazakarlığın esamisi bile okunmuyor. Mesela son eğitim düzenlemelerinde de tartışma din dersi üstünden yürüdü. Kimse kalkıp da seçmeli olarak eski yazının, Divan edebiyatının, Divan müziğinin ders diye okullarda yerleştirilmesini istemedi?
Kısacası Cumhuriyet'in ta Jön Türklerden beri devam eden büyük toplumsal hareketi bugün de devam ediyor. Modernite ve eş anlamlı olarak kullandığımız Batılılaşma, Türkiye'de muhafazakarlığın da temel perspektifini oluşturuyor. Hanedanla ilgilenmek, Türkiye'de aristokrasi yaratmak isteyen, onu da ancak bir mizansen olarak inşa eden, üç-beş kişiye düşüyor. Bunda, daha önce bir yazımda belirttiğim gibi Osmanlı hanedanının daha 17. yüzyılda başlayan modernleşme hareketi rol oynuyor. 20. yüzyıla geldiğimizde, karşımızda bütünüyle Batılı bir aristokrat aile vardı. Hanedan, toplumdan çok daha önce Batılılaşmıştı.
Mustafa Kemal, Batılılaştırıcı hamlesini Osmanlı aristokrasisinin bir askeri olarak kazandığı bilinçle yapıyordu. Halkla Osmanlı'nın da Cumhuriyet'in de arasında fersahlar vardı. Bugünkü tavır ve tutum, biraz da bu uzun tarihin bir sonucudur.
Buna muhafazakarlığın hanedanla imtihanı dememeli miyiz?
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.