SALİH TUNA

İflah etmez bu dert beni

İsmet Paşa İlkokulu'na henüz başladığım yıllarda, özellikle milli bayramlarda hemen her dükkânın önüne asılan bayrağımızı öpmeden yürümezdim.
Erdoğdu Mahallesi'nden Meydan'a kadar yürürken sokaklarda caddelerde gördüğüm her ay yıldızlı bayrakla göğsüm kabarır, bayrağımızın kırmızısını adeta içime çekerdim.
KTÜ'de çalışan rahmetli babam Mehmet Kayacı, kirada oturduğumuz evde 4 mektep talebesi olan çocuklarını bırakıp Kıbrıs'ta gönüllü savaşmaya gitmek için yırtınıyordu. (Babam gidemedi ama ablamın eşi merhum Ali Ergenç o dönemde askerdi, Kıbrıs gazisi oldu.)
Babamın memur maaşıyla kıt kanaat geçiniyorduk ama evimizde her daim tek bir dert vardı: Vatan derdi.
Dinlerken ağlamaklı olduğumuz güftesi Âşık Emrah'a, bestesi Sâdettin Kaynak'a ait olan Zeki Müren'in o şarkısında terennüm ettiği "Sıla derdi, vatan derdi, yâr derdi / İflâh etmez bu dert beni, yâreler" sözlerinin bizdeki yegâne karşılığı vatandı.
Zira aşk da sıla da vatana mündemiçti.

***

Babam vatanı sevmenin imandan olduğunu sevgili Peygamberimizin sözüne dayandırarak idrakimize yerleştirmişti.
Vatan toprak parçası değil, uğruna ölünecek manaydı.
O mana ki Namık Kemal'in "Vaveyla" şiirinde, "Git vatan! Kâbe'de siyaha bürün / Bir kolun Ravza-i Nebi'ye uzat / Birini Kerbela'da Meşhed'e at / Kâinatta o hey'etinle görün! (...) Aç vatan göğsünü İlah'ına aç! / Şühedanı çıkar da ortaya saç!" şeklinde karşılığını bulandı.
İstiklal Marşı'mızda da "Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? / Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda" denmiyor muydu?
Şühedanın (şehitlerin) "ölümsüz" olduğunu vazeden mana iklimine düşman hâle getirilen dijital feodallerin güttüğü "genç çerilere" vatan derdini kim nasıl anlatacak?
Sadece "genç çerilerin" değil, oportünist veya menfaatperest hiçbir insanın harcı değildir vatan derdini kuşanmak!
Bugün Türkiye'de bir anket yapılsa "ABD veya Almanya veya Kanada veya İngiltere pasaportu taşımayı kim ister?" diye sorulsa sonuç yüzde ne çıkar? Bu sonucun partilere göre oranı bahsi diğer, geçelim.

***

Kıbrıs Barış Harekâtı döneminde Kaddafi'nin Libya'sı tüm imkânlarıyla yanımızdaydı. Dahası, Hafız Esad'ın Suriye'sindeki radyolar bile Kıbrıs zaferimizi kutluyorlardı.
Ne ki, Şerif Hüseyin denen İngiliz işbirlikçisi o melundan mütevellit "Araplar bizi arkamızdan vurdu" ezberinden şaşmamıştık.
Hülasa, "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" diyorduk da başka bir şey demiyorduk.
Peki, Türk Devletleri Teşkilat üyesi Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan'ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ne büyükelçi atamasına, dahası Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni meşru bulmayanlarla aynı yerde buluşmasına ne diyeceğiz?
"AB'nin vaat ettiği 12 milyar dolar için Kıbrıs Türklerini sattılar" diye intizar mı edeceğiz? Yoksa "Paranın gözü kör olsun" mu diyeceğiz?
Paranın, yani AB üyeliği dâhil her türlü menfaatin...
Merhum Denktaş'a da rol verdiğimiz bir filmin çekimi döneminde uzun süre gözlem yaptığım Kıbrıs'ta "Türkiye'yi istemiyoruz" diyenlerin sayısı hakkındaki tahminimi öğrenmek istemezsiniz...
Romantik değilim, hamasetle de hiç işim olmaz.
Benim bildiğim şudur:
Vatan derdinin neşet ettiği mana ikliminden mahrumsan, hele ki düşmansan, satın alınabilecek bir fiyatın var demektir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.