Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Ümmetten millet, kuldan yurttaş

Değişik anma günlerde sıklıkla kullandığımız, Türkiye'de ulus-devlete geçişle beraber "Ümmetten millet, kuldan yurttaş" yaratılmış olduğu ifadesi, tarihî gerçeklikleri çarpıtmanın yanı sıra toplumumuzun bu süreçte nasıl bir değişim yaşadığını anlamamızı da önlemektedir.
Bu tür ifadeleri kullanmanın temel sorunu Cumhuriyet öncesi dönemin bu yolla "devr-i sabık" olarak monolitik bir yapı haline getirilmesi ve tarihî bağlam dışına taşınmasıdır. Diğer bir ifadeyle, bu tür "öncesi-sonrası" karşılaştırmaları "önce"yi tektipleştirip, "sonra"nın karşı tezi haline getirerek kırılma noktasını kutsar. Elimizdeki misâlden yola çıkarsak, "Cumhuriyet öncesi-sonrası" karşılaştırmasında öncenin ne kadar "önce" olduğu herhangi bir ehemmiyet taşımaz. 1418 de 1918 de "Osmanlı" olduğu sürece "Cumhuriyet öncesi"dir ve onun karşı tezi olan yapı, ideoloji ve anlayışları yansıtır.
Bu şekilde yaklaşıldığında, 1922 öncesi Osmanlı toplumsal yapısı için en uygun kavramsallaştırmanın "ümmet," bireyleri için de en kapsayıcı tanımlamanın "kul" olduğunun ileri sürülmesi anlamlı görünebilir. Altı yüz yıla yayılan bir tarih laboratuvarından seçilecek isteğe uygun misâller yardımıyla anlam kazandırılması mümkün bu benzetmeler ise aslında toplumumuzun imparatorluktan ulus-devlete dönüşürken geçirdiği ciddî değişimi gerektiği gibi kavrayamamamıza ve kendimizi tarihsizliğe, ya da bununla eşanlamlı "öncesi-sonrası" paradigmasına mahkûm etmemize neden olmaktadır.
Bu dönüşümü anlayabilmek için yapmamız gereken, tarihsel bağlamından koparılmış, monolitik bir "önce" yerine son dönem Osmanlı toplumu ve onun dağılma sürecini anlamak ve bunlarla ulus-devlet Türkiyesi'ni karşılaştırmaktır. Bu yapıldığında ise çarpıcı değişimlere karşın ciddî devamlılıklar görüleceği gibi "ümmetten millet" ya da "kuldan vatandaş" yaratıldığı tezlerinin de tarihî gerçeklerle fazla ilintisi olmadığı anlaşılacaktır. Ulus-devlet ve millet inşa etme çabaları sırasında ve cumhuriyetin ilk yıllarında meşrulaştırma gayesiyle bu tür tezlerin ortaya atılmış olması tabiî görülebilirse de yaklaşık doksan sene sonra 1922 öncesini monolitik bir "devr-i sabık" olarak kabul eden yaklaşımın bizi tarihsizliğe mahkûm etmesi bağışlanamaz.
Dolayısıyla anayasal monarşi ile idare olunan, siyaset yelpazesinin tamamına yayılmış çok sayıda partinin faaliyet gösterdiği, yüzlerce ulusal ve yerel gazete ile derginin akla gelebilecek her türlü konuyu tartıştığı, bürokrasisinin Weber'in tanımıyla yasal-ussal karakter kazandığı, idarî tasarrufların Şûra-yı Devlet tarafından denetlendiği, "vatandaşlık" kavramının meclisten başlayarak her zeminde kutsandığı, bunların hepsinden öte kendi modernitesini yaratmış bir toplumun "kullar topluluğu" olarak algılanması her türlü anlamsızlığın ötesindedir. "Ümmet" ifadesiyle aşağılanmaya çalışılan bu yapı Osmanlı coğrafyasının bâzı bölümlerinde halen ulaşılması oldukça güç bir ideal olma özelliğini korumaktadır.
Siyasî alanda bu yapının, 1913 Bâb-ı Âlî Baskını sonrasında, ilerlemeci tek parti otokrasisine dönüştürüldüğü doğrudur. Ancak bu dönüşümün de bir "kullar topluluğu" yarattığını varsaymak anlamlı olmaz. Nitekim Takrir-i Sükûn Kanunu sonrası benzer bir siyasî rejime geçilmesi yeni ulus-devlette bu tür bir değişime neden olmamıştır. İlginç bir misâl vermek gerekirse, Harb-i Umumî'nin en ağır günlerinde İttihad ve Terakki liderlerinin baskısıyla düşmanla işbirliği yapan Arap aşiretlerinin mallarına el konularak bunların devleti destekleyen aşâire dağıtılması yolunda alınan karar, bunun Kanun-i Esasî hükümleri çerçevesinde hukuka uymayacağını vurgulayan Şûra-yı Devlet tarafından iptal edilmiştir. İttihadçı liderlerin uygulamada bu tür kararları ne denli dinledikleri ayrı bir konudur; ama idarenin mevcut kanunlara uymaması bir yapıyı "kullar topluluğu" haline getirmekten oldukça farklı bir keyfiyettir. Bunun yanı sıra baskıcı rejimler mutlaka modernlik öncesi dönemlere ait yapılar değildir. Nitekim dünya modern otoriter ve totaliterliğin ne boyutlara ulaşabileceğini iki savaş arası dönem ve II. Dünya Harbi'nde acı tecrübelerle öğrenmiştir.
Benzer şekilde her ne kadar Tanzimat'la başlayan "Osmanlı milleti" yaratılması projesinin seçkinler dışında topluma yeterince nüfûz edemediği, Osmanlı dinî ve etnik cemaatlerinin pek çoğunun bir "Türkleştirme" projesi olarak mütalâa ettikleri Osmanlılık siyasetine ihtiyatla yaklaştığı doğrudur. Ama projeyi tam bir başarısızlık olarak görmek de hatalıdır. Gayrımüslimlerin sarı ayakkabı giyemedikleri bir yapıdan kısa sürede onların vali, sefir, nâzır seviyesinde görev yaptıkları bir bürokrasiye geçiş ve bu idealin hatırı sayıda taraftar kazanmasını bütünüyle göz ardı etmemek gerekir. Tarihi günümüzden geriye bakarak değerlendirdiğimizde tüm Bulgarların, Osmanlılık taraftarı Bulgarları "çorbacılar" ifadesiyle aşağılayan ayrılıkçıların fikirlerini benimsediğini düşünebiliriz. Ama yeni araştırmalar Turtsiia benzeri dergilerde ileri sürülen Osmanlıcılık fikirlerini benimseyenlerin sanılandan çok daha fazla olduğunu ortaya koymaktadır. Osmanlı milleti inşaına bu şekilde yaklaşmak, günümüzün Kürt sorununu ileri sürerek 1922 sonrası millet inşaı projesinin tümüyle başarısız olduğunu savunmaya benzer.
Benzer şekilde Osmanlı devletinin laik olmaması, Osmanlı toplumunun "ümmet" olarak nitelendirilmesine neden olmamalıdır. Bunun nedeni ise devletin resmî ideolojisinin sekülerleşmesidir. Osmanlılık siyaseti temelde farklı din mensubu vatandaşları aynı seküler üst kimlik altında kaynaştırmaya çalışan bir siyasetti ve Türk milleti inşaı sırasında kendini Türk kabul edenlerin bu kimlik altında buluşmasını isteyen siyaset kadar sekülerdi. Nitekim 1869'da Osmanlılık dinî aidiyetten tamamen arındırılarak, ius sanguinis ilkesine dayalı olarak tanımlanmıştı.
İmparatorluktan ulus-devlete geçişin getirdiği değişim ayrı bir konudur ve üzerinde ciddî biçimde çalışılması gerekir. Ancak bu değişimin "ümmetten millet, kuldan vatandaş" yarattığını iddia etmek her şeyden önce idare tarihimizi bilmemektir. Bunu öğrenmenin, Cumhuriyet öncesinin asırlara yayılmış kara bir delik olduğunu söylemekten daha meşakkatli olacağını düşünenlerin, Kanun-i Esasî ve Ta'biyet- i Osmaniye Kanunu gibi temel düzenlemelerin ve varlıklarını rejimimizin güvencesi olarak gördüğümüz Danıştay benzeri kurumların kuruluş tarihlerine bakmaları yeterlidir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA