Uzun ölüm: deprem
Zelzele sadece doğal değil aynı zamanda toplumsal dolayısıyla siyasal bir olgudur.
Bırakalım "kerim devlet" veya "devlet ana" safsatasını bir yana. Türkiye'de de toplum, tıpkı dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi, devleti asla siyasal bir varlık olarak görmek istememiştir. O "Allah devlete zeval vermesin" lafının altında, gaza döneminden kalmış bir kültür vardır ve devletin fonksiyonel yanına dönük bir arayışı yansıtır o söz. Yani toplum ister ki, devlet, toplayan ve dağıtan bir kurum olsun, fonksiyonel bir araç olduğunu unutmasın. O manada zeval istemez, niye istesin?
Oysa modern devleti kuran idare bizde bunu hiçbir zaman böyle düşünmedi. Öyle bir devlet kurmanın yolu minimal, bürokrasisi ussallaşmış (aynı zamanda uysallaşmış) bir devlet tasavvurundan geçiyordu. Bu bir bakıma Tanzimat'tan beri gelen bir özlemdi. Daha o dönemde devletin rasyonelleşmesi, bürokrasinin yenileşmesi, devletin işlevselleşmesi için girişimlerde bulunulmuştu. Carter Findley'in hâlâ çok önemli çalışması bunun kaynaklarını göz önüne serer. Ama modern kurucu devlet tam tersine siyasal bir varlık olarak şekillendi. Ordusu da bürokrasisi de işlevsel ve araçsal değildi bu devletin. Tam tersine bütünüyle siyasal bir mantığa dayanıyordu ve bunu toplumu dönüştürmek için yeterli sayıyordu. Kemal Tahir gibi üstün körü tarih kuranların Batı'ya atfettiği "ceberrut devlet" bal gibi bizim hem klasik hem modern devletimizdir. ("Demokrat" olduğu söylenen Türk sağının da o "devlet" mitini nasıl sahiplendiği de ayrıca gözden geçirilmesi gereken bir başka gerçektir.)
Bu devlet hesap vermiyor. Bu devlet saydam değil. Bu devlet kaba saba, hoyrat, yıkıcı. Ancak şimdi şimdi devletin dönüşmesi, çözüm üreten sınırlı rasyonel kullanılan, işletilen bir araç haline gelmesi söz konusu.
Oysa aynı Türkiye 1950-80 arasında bütün büyük kayıplarına rağmen dönüşüyordu ve bu yaratıcı, üretken bir planlama anlayışını gereksiniyordu. Bu planlar Türkiye'nin sol birikimi içinde yapıldı.
Fakat devlet akılcılıktan alabildiğine uzak olduğundan o birikime kulak tıkadı. Onu ideolojik bir perspektife oturtup reddetti, yok saydı. Halbuki bilhassa kentleşmenin akıl almaz bir hıza ve yoğunluğa eriştiği bu dönemde o düşünce birikimi kullanılabilseydi, devlet üniversitesiyle olumlu bir ilişkiye girseydi bugün karşılaşılan kentleşme sorunlarının, depremle birlikte her defasında yeniden hatırlanan sorunların çoğu daha o tarihlerde çözülmüş olacaktı.
Gidin 1960'larda ve 70'lerde büyük şehirleri planlayanlarla konuşun, size getirilen bütün önerilere ve verilen bütün akıllara rağmen nerede hata yapıldığını teker teker sayacaklardır. Şehirleşme gibi bu derecede ciddi bir sorun neredeyse kendi kaderine terk edildi. Yapılan tek şey kentlerin ürettiği büyük ranta göz yummak oldu. Bina stokunun düzensizliğinden kullanılan malzemenin niteliksizliğine kadar kentler öncelikle devlete rant üreten birer mekandı.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.