Alper Görmüş

08 Mayıs 2013, Çarşamba

Hasan Cemal, kesintisiz acıların diyarını anlatıyor

Akil adamları protesto etmek için İstiklal Marşı söyleyen, fakat ikinci beyitte marşı unutan protestocunun videosunu çoğunuz izlemişsinizdir... Fakat protestodan sonra başlayan toplantı hakkında hiçbiriniz, hiçbir şey bilmiyorsunuz; çünkü medya o toplantıyı, birçok başka toplantılarda olduğu gibi sadece protesto yönüyle aktardı.

Ben, sonraki iki saati aşağı yukarı biliyorum, çünkü o toplantıya başkanlık eden Mithat Sancar'la telefonda konuştum. Söylediği şu: "Sürece itirazcılarıyla, destekçileriyle o kadar güzel bir toplantı oldu ki, iki saat sona erdiğinde ümidim bir kat daha arttı." Sancar ardından, o toplantıyı halka aktarmayan medyaya sitem etti ve şöyle devam etti: "Düzgün bir medyamız olsaydı, her şey ne kadar farklı olurdu..." Aslında düzgün bir medyamız olsaydı, bugün samimi kaygılarla hareket eden (samimiyetsizleri bir kenara koyuyorum) o protestocuların Kürtlere bakışı çok farklı olacaktı. Çünkü onlar 80 yıllık uzun, 30 yıllık kısa tarihte "ora"da neler olduğunu bilmiyorlar.

İşte bu nedenle dağa çıkan Kürtlerin, sırf "kötü" insanlar oldukları, Türk askerini öldürmekten zevk aldıkları için öyle yaptıklarını düşünüyorlar. Oysa "ora"da neler yaşandığını anlatan bir medyamız olsaydı, durum çok farklı olacaktı. Haklarını yemeyelim, bunu yapan gazeteciler de var ve Hasan Cemal hiç kuşkusuz bu gazetecilerin başında geliyor. Bu çerçevede yazılmış kitapların en önemlisi olan "Kürtler"in yazarı Hasan Cemal, Milliyet'ten ayrılmak zorunda kaldıktan hemen sonra kendini bir kez daha "ora"ya vurdu, 11 günlük gezisini T24 internet sitesinde anlattı. Ne kadar haklı, şunu söylerken: "Bu topraklarda sohbete oturduğunuz zaman önce yaşanmış acıları dinlersiniz. Kürt sorunu nedir sorusunun karşılığı, kitaplardan, resmi raporlardan daha çok asıl böyle anlaşılmaya başlanır.

Çünkü acıları yaşayanların ağzından dinlediğinizde, yüreğiniz de soruna kapılarını açabilir. Bu da barışa giden yolları kısaltır." 70'ine merdiven dayamış Hasan Cemal'in son muhabirlik turundan derlediği notlardan küçük bir demeti dikkatinize sunuyorum...

Amcadan oğula...
Karşımda hiç konuşmadan dinliyor. O da sekiz ay yatıp bu yakınlarda çıkanlardan. Epeyce kilolu, yapılı biri. "Anlaşılan hapislik seni hiç etkilememiş, aslan gibisin" deyince gülüyor; "120 kilodan 100'e düştüm." Bu topraklarda herkes gibi onun da acılı bir hikâyesi var, anlatıyor ve dinletiyor: "Kızıltepe'nin Daşık (Türkçe 'Sıpa' demek) mezrasındanım. 1990'da 27 yaşındayım. Gece amcamın evine gerilla gelmiş, misafir. Silah sesleriyle uyandık. Asker baskın yapmış. Gecenin ikisi. Çatışma başladı. 65 yaşındaki amcam da, gerillalarla çıktı çatışmaya girdi. Amcam ve üç gerillayı kıstırıp öldürdüler. Gece vakti at arabasının üstünde bize taşıttılar cenazeleri. Çukurları da kazdırttılar ve kanlı elbiseleriyle, yıkamaya da izin vermeden gömdürdüler. Ben de böyle girdim sayılır bu işlere... Karım hamileydi. Doğan oğluma amcamın adını koydum, Abdu. 19 yaşına gelince Abdu da dağa çıktı. Haber almadık bir daha... Barışı bekliyoruz."

Rukiye Ana
Oda beyaz yemenili bir barış annesi. İlk defa 1992'de kocası tutuklanmış Rukiye Ana'nın. Hapiste eziyet çekmiş. Çıkınca da, dağa gitmiş, gerillaya katılmış. Üç oğlunun üçü de dağa gitmiş. Dağa çıktıklarında 15, 17 ve 20 yaşlarındaymış çocukları. İkisini kaybettiğini biliyor, kısaca diyor ki: "İkisinin de cenazesi gelmedi. Üçüncü oğlum dağda, ama akıbetini bilemiyorum. Acılarımız çoktur. 30 yıldır savaş var. Kürdistan'da anaların dağa verdikleri çocuklarla acıları çok büyüktür. Şimdi barışı bekliyoruz. Belki de sağdır oğlum, geri döner bir gün..." Gözleri doluyor. Rukiye Ana 60 yaşında. Noktası virgülü yerinde konuşuyor: "Barış olunca, çocuklarımızı yabancı memleketlere göndermek istiyorlarmış. Biz çocuklarımızı kendi göğsümüze basmak istiyoruz. Biz çocuklarımızı Kürt halkına feda etmişiz, mezarlarında rahat uyusunlar."

Vasfiye Ana
Bembeyaz yemenili Vasfiye Ana'yı dinliyorum, Van Barosu'nun toplantı salonunda. Soyadı Kiye. İki kardeşini dağda kaybetmiş. "İki oğlum da halen gerillada, dağda" dedikten sonra da ekliyor: "Bir abim var, mühendis... Oğlum askerliğini komando olarak yaptıktan bir süre sonra dağa çıktı, gerillaya katıldı. Polisin sürekli takibinden, baskısından bunalmıştı. 2004'ün 12 Şubat'ında dağa gitti. Dokuz yılda bir kere telefon etti bana, o da 2007'de... Ailemizden 15 kişi dağda..."

"Kocam faili meçhul, iki kardeşim cezaevinde"
Kızıltepe'ye yolum çok düştü. Acılı bakışlarıyla Cihan Sincar'ı hatırlıyorum. Milletvekili kocasını 'faili meçhul cinayet'te kaybettikten sonra burada iki dönem Belediye Başkanlığı yapmıştı. "Benim ailemden 14 kişi dağa çıkmış. İki kardeşim de cezaevinde. Biri, tekerlekli sandalyeye mahkûm. Adı Mürşit Aslan, 35 yaşında. 19 yaşındaydı dağa çıktığında... Çatışmada yaralandı, kötürüm kaldı. Cumhurbaşkanı Sezer zamanında özel afla dışarı çıktı. Sonra tekrar hapse attılar, telefonda bir şeyler söylediği için... Halen Mardin E Tipi cezaevinde yatıyor."

Hediya Ana
Nusaybin Belediyesi'nde bir barış annesi, Hediye Ana karşıma çıkıyor, başında kenarları oya gibi işlenmiş bembeyaz yemenisi, cin gibi bakan maviş gözleri ve nur gibi yüzüyle... Yüzünün derin hatlarına yerleşmiş acılarını Kürtçe anlatıyor, güzel anlatıyor: "Bir tek kırık çay bardağıyla geldik Cizre'den Nusaybin'e, göç ettik. Sene 1993'dü. Korucubaşı Kamil Atak zamanlarıydı. Eşimi kaybettim faili meçhulde... İlk oğlum 16 yaşında dağa çıktı, öldü. İkinci oğlum 21 yıl dağda kaldı, onu da bu yıl kaybettim. İki oğlum, iki kızım daha var. Çobanlık yaptım, kolay olmadı. Bir kızım Siirt'te hemşirelik okuyor. Benim okuma yazmam yoktur, okula gitmedim, onlar okusun."

Tayyibe Acet'in dilekçesi
Şırnak'a gitmek için otelden ayrılırken elime sarı bir zarf tutuşturuyor Mesut. İçinden Tayyibe Acet'in dilekçesi çıkıyor. "Ben dul, üçü kız, üçü erkek altı çocuk annesiyim" diye başlayan ve ilk satırları şöyle devam bir mektup: "Eşim, İzzettin Acet Köy Hizmetleri'nde çalışan bir işçiydi. 1994 yılında arkadaşıyla beraber arabası ile Cizre'den kaçırıldı. Cenazeleri, bir ay sonra Şanlıurfa'nın Siverek ilçesi yakınlarında, kafalarına birer kurşun sıkılarak öldürülmüş ve daha sonra benzin dökülüp yakılmış bir halde bulundu.

Her ne kadar eski JİTEM elemanı olan ve şu anda da Avrupa'da bulunan Abdulkadir Aygan, gazetelere verdiği haber ile olayı itiraf edip, yine şu anda Diyarbakır'da yargılanan, Cizreli olan Abdulhakim Güven (Fırat Altın) ve Kemal Emlük ile beraber 'İzzettin Acet'i ve şoförünü kendileri alıp Diyarbakır'da işkence ettikten sonra, buraya getirip Abdulhakim tarafından kafalarına sıkıldı, Kemal Emlük de benzin yakıp döktü' dediği halde, Siverek Savcılığı'nca bu olay kayıtlara faili meçhul ve kimsesizler olarak geçirildi. (...) Tayyibe Acet, mektubunun sonunda şöyle diyor: "Eşini faili meçhule kurban vermiş, yetim çocuğuna 60 yıl hüküm verilmiş, yine oğlu ve kızına hapis cezası verilmiş, her gün, her gece ağlayan bir Kürt kadını olarak..."

SON DAKİKA