Alper Görmüş

24 Mayıs 2013, Cuma

Kendini “samimi itiraf”la tedavi eden adam Dinç Bilgin

Kendisini en büyük körlükten; görmek istemeyenlerin körlüğünden kurtarmakla yetinmedi... Görmeye başladıktan sonra, gördüklerini kamuoyuyla paylaşma cesaretini de gösterdi.

Bundan üç yıl kadar önce, Aktüel'in Geçmiş Günler Geçmemiş Gündemler sayfasında, Sabah gazetesinin eski patronu Dinç Bilgin'i yanda okuduğunuz başlıktaki gibi tanımlamıştım: "Kendini 'samimi itiraf'la tedavi eden bir adam..." Orada, "derinin altından sökerek çıkartılan samimi bir itiraf"ın, insanın ruhsal yaralarının tedavisinde oynadığı benzersiz role işaret etmiş, şöyle demiştim: "Eski basın imparatoru Dinç Bilgin'in birkaç yıl önce Nazlı Ilıcak'a verdiği söyleşide işte böyle bir itirafın eşiğinde bir adamla karşı karşıya olduğumuzu sezmiştim. Nüveleri orada vardı, fakat o söyleşide Bilgin hâlâ kibrini tam olarak yenememiş, dolayısıyla tedavisine tam olarak başlayamamış bir adamdı.

Star gazetesinden Fadime Özkan'a verdiği söyleşi, Dinç Bilgin'in bu süreci hayranlık uyandıracak bir cesaretle tamamladığını ve ruhunu kurtardığını gösterdi. "Geçen hafta da, Dinç Bilgin'in bir söyleşi ustası olan Neşe Düzel'e verdiği ve Taraf'ın iki gün üst üste tam sayfa ayırdığı söyleşi yayımlandı. Yeni söyleşi, iç huzurunu yeniden tesis eden bu 'günahkâr' patronun, medyanın eski pisliklerini cesaretle ortaya koymada benzersiz bir rol oynayabileceğini gösterdi." Dinç Bilgin'le ilgili olarak bu yazdıklarım, dediğim gibi üç yıl öncesine gidiyor. Türkiye'nin son yıllarında beni en çok şaşırtan insanın portresini yazmak neden hiç aklıma gelmedi, bilmiyorum...

Bu soruyu, onunla yapılmış son söyleşiyi okuduğumda sordum kendi kendime, yani sadece birkaç hafta önce... Ve 30 yıllık meslek hayatının son on beş yılını "daha iyi bir gazetecilik"e katkı sunmak için harcamış biri olarak, bu görevi daha fazla ertelememem gerektiğini düşündüm.

"İnsanın içi temizleniyor..."
Fatih Vural'ın Türkiye gazetesinde birkaç hafta önce yayımlanan Dinç Bilgin portresinde dikkatimi en çok, kendi kendisiyle giriştiği iç hesaplaşmasına yönelik değerlendirmesi çekti... Şu sözlerinde, benim üç yıl önceki "kendini 'samimi itiraf'la tedavi eden adam" tespitinin doğrulamasını buldum: "Ben nasıl özensiz davrandıysam, bana da özensiz davranmaya başladılar. Sonuçta bedel ödedim. Bu bedeli ödediğim için de şikâyetçi değilim. İnsanın içi temizleniyor...

" Bunları duyup da, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün kendi dönemindeki darbe iddialarıyla ilgili olarak sarf ettiği sözleri hatırlamamak mümkün mü: "Cezayı çekmek de insanı rahatlatır. Ünlü 'Suç ve Ceza' romanı, bu psikolojiyi çok iyi anlatır..." Eski dönemin suçlularının gözümüzün içine baka baka "tertemizlik" iddialarında bulunduklarını, hiçbir sorumluluk yüklenmediklerini hatırlarsak, Dinç Bilgin'in "itiraf"larının ne kadar kıymetli olduğu daha iyi çıkar ortaya (hiç kimse "yargısız infaz yapıyorsun" diye zıplamasın, ben burada toplumsal sorumluluktan ve toplumsal "suç"tan söz ediyorum). Dinç Bilgin'in portresi elbette onun itiraf-arınma-kendisiyle barışma süreci merkeze alınarak yazılmalı... Oraya geleceğiz, fakat önce bir gazeteci ve gazete sahibi olarak onun, onu benzerlerinden ayıran benzersiz öyküsüne kısaca bir göz atalım...

Yalnız babadan değil, dededen de gazeteci...
Türkiye'de babadan gazetecilik devralmış gazeteciler var ama gazeteciliği babasından devralmış bir babadan gazetecilik devralmış sadece bir gazeteci var: Dinç Bilgin. İzmir'in asırlık gazetesi Yeni Asır, Dinç Bilgin'in dedesi tarafından 1895'te Selanik'te kurulmuş. Yalçın Küçük'ün Dinç Bilgin'i "Sabetayist" ilan etmesi, işte bu Selanik bağlantısı yüzünden...

Bilgin, "dönme" olduğunu inkâr etmiyor, sadece "dönme"liğinin kaynağının yanlış yerde arandığını söylüyor: "Sabetaycı bilmem ne hikâyesini İstanbul'a gelene kadar hiç duymamıştım. Böyle bir şey bilmiyorum. Ama Sırp dönmesi olduğumuz doğru. Sokullu'nun ben 101. torunuyum. Vakıflar'dan 110 kuruş mu ne, öyle bir maaşım var. Tabii almıyorum." Bilgin'in "İstanbul'a gelmesi"nin tarihi 1980'lerin ortaları... Fakat ondan önce "otokton İzmirli"lik dönemi var... İzmir onun hayatında Yeni Asır, İstanbul Sabah demek...

Fakat arada Rapor dönemi var ki bunu pek az kimse hatırlar: "Sabah'tan önce Rapor adında bir ekonomi gazetesi çıkarttım. Turgut Özal, Rapor'un yazarıydı. Burhan Özfatura, müdürüydü. Ekrem Pakdemirli yazarımızdı. Türkiye'deki liberal-ekonomik açılımı ilk biz başlattık. 24 Ocak Kararları'nın ideolojisini taşıyan bir gazete oldu, Rapor." Dinç Bilgin'i Türkiye'nin gündemine taşıyan gelişme, tabii ki Sabah gazetesinin 1985'te İstanbul'da faaliyete geçmesiydi. Sabah, iktisadi açıdan "pür" liberal, siyasi açıdan patronunun kırmızı çizgilerini hesaba katan "sınırlı" bir liberal çizgi izledi. Kırmızı çizgiler İslam ve Kürt meseleleriydi...

Dinç Bilgin'in yıllar sonra gelen itiraflarının en değerlilerinden biri de, "kırmızı çizgi"lerinin esasen tanımamaktan, bilgisizlikten kaynaklandığına dair olanıydı: "Yeni Asır'ın sahibiydim. Bir arkadaşımla yürüyoruz. Büyük Efes Oteli'nin önünde ayakkabısını boyattı ve çocukla Kürtçe konuştu. Gazete sahibiyim ve hayatımda ilk defa Kürtçeyi o zaman orada duydum. Mesela İstanbul'a gelinceye kadar Alevinin kim olduğunu bilmiyordum. Bunu bilmeyen bir adam, toplumu yönlendirecek gazetelerin sahibi... Ermeni meselesini de bilmiyorduk. Hâlâ kızıyoruz. Ermeniler kendi kendilerini öldürmüş sanıyoruz."

"Vicdanımı kaybettim ben..."
Hayattaki bütün pişmanlıklarının gazetecilikle ilgili olduğunu söyleyen bir adamla karşı karşıyayız... Sakın bunları, şu haberi neden şöyle yazdık, şu krizde neden şu kadar adamı işten attık gibi, her gazete patronunun başına gelebilecek türden pişmanlıklar saymayın... Sahibine, "vicdanımı kaybettim ben" dedirten büyük bir pişmanlıktan söz ediyoruz...

Eh, böyle bir pişmanlığın insanın ruhunda açtığı yara da ancak derisinin altından kazıyarak çıkartılacak bir itirafla tedavi edilebilirdi ancak; Dinç Bilgin, o kibirli patron işte bunu yaptı ve ben zaten işte bu nedenle çok şaşkınım. 1990'ların başıydı... İçindeki bitkilerin gübresi dahi İtalya'dan getirtilen "Medya Plaza"nın en üst katına yerleşmiş bir grup gazeteciydik, Aktüel dergisini çıkarmak üzere oradaydık... Sabah ise alt katlara dağılmıştı. Dinç Bilgin bazen yukarı çıkar, yürüyen bir sfenks gibi aralarda dolaşır, hiçbirimize tek laf etmeden çıkar giderdi... O adamın yıllar sonra bütün servetini kaybedebileceğine inanabilirdim ama hiç kimse günün birinde, onun ağzından şu türden sözler çıkabileceğine inandıramazdı beni: "Hayatta arkasından gideceğin, peşini kovalayacağın güzel şeylerin olması lazım.

Ben onu kaybetmiştim. Ben vicdan ve demokrasi mücadelesi hedefini kaybetmiştim." "Diyarbakır Hapishanesi diye bir şey var, değil mi? Görmedik, yazmadık, bilmedik. Bilmek de istemedik. 2. Dünya Harbi sonrası Almanlara soruyorlar: 'Konsantrasyon kamplarını, ölüm kamplarını biliyor musunuz?' 'Bilmiyoruz' diyorlardı. Biz de öyle! Bilmek istemiyorduk!" "Bazı haberleri görmüyorduk. O tarihteki devlet böyle istiyordu, basın da buna razıydı. Ama hükümetlerden hiçbir zaman korkmadık! Hükümetleri takmıyorduk!" "Asker, Türkiye'yi bir Vietnam olarak gördü! Vietnam'da nasıl Vietkong'a yataklık edenlerin yerlerini yaktıysa Amerikan Ordusu, bizim ordu da öyle farz etti işi." Daha neler, neler... Dinç Bilgin, kendisini en büyük körlükten, görmek istemeyenlerin körlüğünden kurtarmakla yetinmedi...

Görmeye başladıktan sonra, gördüklerini kamuoyuyla paylaşma cesaretini de gösterdi. Fakat tabii, günahlarının da haddi hesabı yok. Medya dünyasının öbür dünyası olsaydı, öldükten sonra medya cennetine mi yoksa medya cehennemine mi giderdi? Ben kararsızım... En doğru cevap "Araf'ta kalırdı" gibi geliyor bana.

SON DAKİKA